24 Ocak 2016 Pazar

cennet kapılarını açsın .....

15 Haziran 2013, Cumartesi…
Gezi Parkı’ndaki eylemin 20. günü…
Karnaval yerini andıran park, her zamankinden daha kalabalık. Yaşlı-genç, kadın-erkek binlerce demokrasi aşığı orada…
Gün boyu olağandışı hiçbir şey yaşanmayan parkta, akşama doğru bir hareketlenme başlıyor. Çünkü dönemin Başbakanı Tayyip Erdoğan, polise “Orayı temizleyeceksiniz” emrini veriyor. İşareti alan binlerce polis de Taksim Meydanı yönünden halkı süpürme harekatına yöneliyor.
Kadın-erkek, yaşlı-genç ayırımı yapılmaksızın herkesin üzerine tazyikli sular püskürtülüyor, plastik mermiler atılıyor, coplar inip kalkıyor, biber gazları sıkılıyor ve eylemciler, Gezi’yi terk etmeye zorlanıyor.
Orantısız polis şiddetine, orantısız zeka ile karşılık vermeye çalışanlar arasında fenalaşanların sayısı o kadar çok ki, ambulanslar yetersiz kalıyor. Parkın çimleri yarı baygın yatan ya da acılar içinde kıvrananlarla doluyor.
Şiddet mağdurlarının feryatları gökyüzüne yükseliyor…
İşte o dakikalarda, değerli haberci Özlem Gürses arkadaşımla haber masasına oturup, canlı yayına geçiyoruz…
Büyük umutlar ve ideallerle çalıştığımız Artı Bir Televizyonu, 5 yıldızlı otel konforu içindeki plazalardan yayın yapan haber kanallarının yanında bekçi kulübesi gibi kalıyordu. Üstelik günlerdir doğru dürüst uyumuyor, bazen yemek yemeyi bile unutuyorduk. Teknik olanaklarımız da yetersizdi. Örneğin Taksim’den kesintisiz ve net görüntü alabilecek bir cihazımız bile yoktu. Ama Gezi Park’ında bu acımasız şiddet sürüp giderken penguen belgeselleri ve yemek programları yayınlamakta ısrar eden duyarsız plaza kanallarının asla ulaşamayacakları bir özelliğe sahiptik.
Halkın gerçekleri öğrenme hakkının dışındaki hiçbir güce hizmet etmemeye, evrensel meslek ilkelerine sıkı sıkı bağlı kalarak olup bitenler hakkında toplumu bilgilendirmeye yeminliydik. O nedenle onlara oranla çok güçlüydük.
Haftalardır gözünü kırpmadan ve beş kuruş almadan haber merkezini yöneten değerli kardeşim Mustafa Hoş, o gün izinli olmasına karşın bu tarihi olaya tanıklık edebilmek için Taksim’e giden başarılı muhabirimiz Gökmen Ulu ile irtibat sağlayınca “Gökmen hemen Divan Oteli tarafına geçsin” dedim.ayınımız başladığında Taksim’deki “Süpürme Operasyonu” tüm hızıyla devam ediyordu. Başbakan’ın talimatını bir an önce yerine getirmeye çalışan polis, başından itibaren anayasa teminatı altındaki demokratik haklarını kullanarak daha çok özgürlük için masum eylemler yapan, asla şiddete yönelmeyen, hatta bir tek taş bile atmayan kitleyi, Divan Oteli önüne doğru süpürüyordu!
Demokrasi sevdalıları panik içinde dağılıyor, fenalaştığı için bırakın kaçmayı, yürüyecek hali bile kalmayanlar ise, Divan Oteli’ne sığınıyordu.
Gezi Parkı kısa sürede boşaltılmış, şiddete hedef olma sırası Divan’a sığınanlara gelmişti!
Kapağı otele atanların çoğu lobideydi. Daha önce hiç karşılaşmayan insanlar yürek yüreğe vermiş, birbirlerine yardımcı oluyordu. Kimi ağlayanları sakinleştirmeye, kimiyse baygınlık geçirenleri kendine getirmeye çalışıyordu.
Derken akıllara durgunluk veren görüntüler yaşanmaya başlandı. TOMA’lar otelin kapısına tazyikli su püskürtüyor, içeriye biber gazı bombaları atılıyordu. Üzerlerinde “Kapalı alanda asla kullanılmaz” uyarısı bulunmasına rağmen, gaz fişekleri yağmur gibi yağıyordu. Lobiye çöken gaz bulutu nedeniyle astım ve kalp hastalıkları olanlar adeta bir mucizenin olmasını bekliyorlardı.
Mucize, gönüllü doktorların koşarak gelmeleriyle gerçekleşti. Gönüllü doktorlar hemen durumu ağırlaşan hastaları, biber gazı bombardımanından durulmaz hale gelen zemin katından, bir alt kata taşıdılar. Gereken acil müdahaleyi yaptıktan sonra da hastanelere sevk ettiler.
Divan Oteli artık bir hastaneden farksızdı. Ambulansların biri gidiyor, diğeri geliyordu.
Otelde konaklayan yabancı turistler şaşkın, endişeli ve çaresizdiler.
Bunu fark eden sığınmacı gençler, odaların kapılarını teker teker çalarak “Elimizde olmayan sebeplerle kendimizi burada bulduk. Rahatsız ettiysek çok özür dileriz” diyorlardı. Turistler de onlara şefkatle karşılık veriyor, su ve yiyeceklerini paylaşıyordu.
Güçlü kuvvetli olanlar ise lobide bekliyor, bazıları da polisler içeri girmesin diye kapıları tutuyordu. Nitekim polis ekiplerinin yaptığı hamleler kapı ardına yığılan turistler ve vatandaşların gayreti sayesinde başarılı olamadı.
Bu arada üzerine acımasızca gaz sıkılan dört yaşındaki bir çocuğun yürek yakan görüntüsü gecenin en unutulmaz karelerinden biri olarak hafızalara yerleşiyordu.
Tüm suçları sadece demokratik haklarını barışçı bir eylemle kullanmak olan şiddet mağdurlarına yardımda kararlı olan doktorlar, otelin yan tarafındaki boş arsaya çadırdan bir sahra reviri kurmuşlardı. O güç koşullarda yaralılara ilk müdahaleyi yapabilmek için çırpınıp duruyorlardı. Onları şaşırtan vakalardan biri, TOMA ile ıslanmış insanların ciltlerindeki ürkütücü durumdu. Çünkü bedenleri adeta haşlak su dökülmüşçesine kabarıp kızarmıştı. Bazılarının cildi yanmıştı. Daha sonra bunların TOMA’lardaki suya katılan ve içeriği hiçbir zaman açıklanmayan bir kimyevi maddeden kaynaklandığı anlaşılacaktı.
Çevik Kuvvet, revire de gaz bombası yağdırınca bir kadın doktor çadırdan fırlayıp haykırmaya başladı: “Revirde oksijen tüpleri var, burası havaya uçar, oraya gaz bombası atmayın! Durumu ağır insanlara ilk müdahaleleri yapıp hastanelere sevk ediyoruz, biber gazı onları öldürebilir, oraya gaz atmayın! Revirler savaş alanında bile tarafsız bölgedir, dokunulmazdır, sizin yaptığınız savaşta bile yapılmaz, lütfen oraya gaz atmayın!”
O sırada benzerine ancak soyut filmlerde rastlanabilecek bir sürpriz oldu.
Otel içindeki aydınlık yüzlü, iyi eğitimli sığınmacılardan biri, lobideki piyanonun başına geçti. Piyanist tuşlara dokundukça saatlerdir gergin ve acı dolu yüz ifadeleriyle bekleşenlerin dudaklarına buruk bir gülümseme yayılıyordu.
Anlı şanlı plaza televizyonlarının derin suskunluğuna karşın Türkiye ekran başındaydı. Sık sık televizyona çıkmaktan yorulan penguenlerin uyuyakaldığı, yemek programlarında gecenin geç saatlerinde içilen çorba tariflerinin verilmeye başlandığı saatlerde, Divan Oteli önünde yaşananları, sadece Artı Bir TV Haber Merkezi canlı yayınlıyordu. Nefesler tutulmuş, milyonlarca seyirci bizim ekrana kilitlenmişti. Zira yukarıda okuduklarınızın tümü, başarının ve cesaretin zirvesine çıkan Gökmen Ulu’nun anonsları, kameraman Volkan Kamber’in görüntüleriyle “Süpürme Operasyonu”nun nasıl sonlanacağını merak eden insanlara ulaşıyordu. Mustafa Hoş insanüstü bir gayretle haber ekiplerini ve yayın akışını yönlendirmeyi sürdürüyor, seyircilerimizden hepimizi cesaretlendiren mesajlar geliyordu.
Sabaha doğru Çevik Kuvvet polisleri yorgunluktan bitap düşmüş, çoğu bulundukları yere uzanıp kalmıştı.
Abluka sabaha kadar devam etti.
16 Haziran Pazar günü öğle saatlerinde, müzakereci polis şefi otele girdi. Oradaki vatandaşlara “Şimdi evlerinize giderseniz size dokunmayacağız, gözaltına almayacağız. Çıkmazsanız içeri girip zor kullanmak suretiyle sizi alacağız” dedi. Bu söz üzerine oteldekiler birer birer çıkarak evlerine gitti.
Gökmen Ulu, Divan Oteli personelinin o geceki davranışlarını anlatırken şunları söylüyordu:
“Hepsi kelimenin tam anlamıyla nitelikli personeldi. Yöneticisinden resepsiyonistine kadar her biri iyi eğitimli, kültürlü, kibar insanlardı. İyi kalpliydiler… Hem de çok iyi kalpli… Aynı biber gazını onlar da soludular, uykusuz kaldılar, stres yaşadılar, aralarında rahatsızlananlar da oldu, ama asla serzenişte bulunmadılar. En ufak nezaketsizlik yapmadıkları gibi, yüzlerindeki tebessümü hiç yitirmediler. Metanetlerini korudular. Vatandaşlarla ölçülü bir temas ve mesafe içinde olurken eylem ve siyasi konularda tek bir yorum yapmadılar. Otele sığınan insanlara ‘Tanrı Misafiri’ anlayışıyla ilgi, merhamet, şefkat ve saygıyla yaklaştılar.”
Ve beş yıldızlı bir otel olan Divan, değerli kardeşim Yılmaz Özdil’in yayın sırasında bana gönderdiği SMS mesajında dediği gibi, o geceden sonra ay yıldızlı otel oldu.
Sevgili okurlarım,
Bir kenara yazın. Bir imar talanı veya rant yağmasına kurban gitmediği takdirde Gezi Parkı’nın gelecekteki adı mutlaka Demokrasi ve Özgürlük Parkı olacak.
Divan ise, daha o gece demokrasi ve özgürlük mücadelesini simgeleyen bir anıt otel haline geldi.
Mustafa Vehbi Koç’un beklenmedik vefatından sonra oluşan ortak üzüntünün nedenine gelince…
Ülkenin en zengin insanlarından biri hayatını kaybediyor ve ardından, işçileri başta olmak üzere yığınlar ağlıyor.
Bir büyük zenginin vefatı sonrasında böylesine şaşırtıcı durum ilk kez yaşanıyor!
Çünkü hırsızlıkları, vurgunları, yolsuzlukları, soygunları yapan dokunulmazların yanında, üreterek, istihdam yaratarak, yatırım ve ihracata yönelerek sağlanan, son kuruşuna kadar vergilendirildiği için son kuruşuna kadar da hak edilen köklü kazançların sahipleri, yani Mustafa Koç gibiler, artık halkın gözünde farklı bir yere sahip oluyor.
Hele bu zenginliklerin sahipleri görmemişlik teşhiri yerine eğitime, kültüre, bilime ve sanata sahip çıkıyor, sosyal sorumluluk projelerini gönülden üstleniyor, çevreyi koruyor, ayrıca herkesin adını telaffuz etmeye bile çekindikleri süreçlerde çok şey borçlu oldukları Cumhuriyet’e, onun kurucusu Atatürk’e ve devrimlerine sahip çıkıyor, bu nedenle de inanılmaz saldırılara uğruyorlarsa, Bekir Coşkun ustanın dediği gibi, o kişilere cennetin kapısının sonuna kadar açılacağına inanılıyor.

( UGur Dündar  )
( gozyasları ıcınde okudum  ve    unutmamak adına..   not  kalsın bu blogda  ıstedım )

10 yorum:

Olcay Turkuaz dedi ki...

Son iki paragraf çerçevelik...

öykü dedi ki...

katılıyorum...

bu yazıyı herkesın okuması lazım

unutmamak lazım..

Asortik Krep dedi ki...

Yazmak isteyip de yazamadığım yazıydı, link veriyorum ve paylaşım için teşekkür ediyorum. Bir tanesin :)

öykü dedi ki...

Ben teşekkur edıyorum sevgılı asortıkkrep en ıcten sevgıler :)

Süpersonik Çok Bombastik dedi ki...

O gün bir arkadaşımın doğum gününü kutlayacaktık Gezi'de. Bir arkadaşımla birlikte Kadıköy'den vapurla Beşiktaş'a oradan Taksim'e geçecektik. Arkadaşımla, saat daha erken olduğu için kahve içip öyle geçelim dedik, iskelede duran vapuru es geçip. Bir süre oturduktan sonra Gezi'de olduğunu bildiğim kuzenimi arayıp geldiğimde görüşelim diyecektim. Biz konuştuğumuz sırada kuzenim "Bi dakika, polisler kasklarını takmaya başladılar" dedi sonrasında hatlar gitti. Sonrası malum. Kuzenim de o gün Divan otele sığınanlar arasındaydı. Haber duyulduktan sonra Kadıköy'de toplanma ve yürüyüş başladı, vapur seferleri vs iptal. Kuzenimle olabildiğince irtibat halindeydik. Bir süre sonra alt katın da gazla dolduğunu orada da durmanın tehlikeli olduğunun söylenmesinden sonra yukarı katlara çıktıklarını anlatıyordu. Tonlarca ihtimale karşı tonlarca önlem düşünüyorduk; Acaba içeride ne kadar sivil polis var ve neden oradalar, Baro'nun numarası -yanında bir avukat arkadaşı varmış neyse ki-, ne olursa ne yapmak gerekir gibi onlarca ihtimale karşılık panik yaşanmaması için önlemler. O günü atlattıktan sonra insan, olmayan ama olabilecek ihtimaller üzerine daha çok kafa yormaya başlıyor. Ya otele sığınamasaydı ne olurdu, ya içeriye doktor giremeseydi de polis girebilseydi gibi.
Kendi adıma da, o vapuru es geçmeseydik tam olayların başladığı zamanda orada olacaktık, sonrası ihtimaller denizi.
Kuzenimin o gün olayların başlamasıyla ilgili söylediği tek şeyse "Hiçbir şey yoktu ortada, yaşlılar, çocuklar, aileler, gençler vardı, herkes kendi halinde takılıyordu." oldu.

öykü dedi ki...

canımsın

evet


"Hiçbir şey yoktu ortada, yaşlılar, çocuklar, aileler, gençler vardı, herkes kendi halinde takılıyordu."

boyleydı aynen boyleydı

benım de anılarım var o doneme aıt

belkı bı gun yzarım

Süpersonik Çok Bombastik dedi ki...

Yazsan güzel olur =) Ne kadar çok insan yazarsa o kadar okuyasım geliyor, çünkü herkes farklı bir şeyi yaşıyor, farklı bir şeyi görüyor. Ferit Edgü'nün Yazmak Eylemi kitabındaki gibi, herkes farklı bir yerinden yakalıyor yaşananları.

öykü dedi ki...

O gunlere aıt yasadıklarımı

hazır oldugumda paylasıcam sana soz

Mahmutun güncesi dedi ki...

O gün ve sonrası yaşananlar üzülerek gözümün önünden geçti.Umuyorum sebep olanlar belasını bulur (ama görelim).

öykü dedi ki...

cokkk uzgunum