15 Haziran 2013, Cumartesi…
Gezi Parkı’ndaki eylemin 20. günü…
Karnaval yerini andıran park, her zamankinden daha kalabalık. Yaşlı-genç, kadın-erkek binlerce demokrasi aşığı orada…
Gün boyu olağandışı hiçbir şey yaşanmayan parkta, akşama
doğru bir hareketlenme başlıyor. Çünkü dönemin Başbakanı Tayyip Erdoğan,
polise “Orayı temizleyeceksiniz” emrini veriyor. İşareti alan binlerce
polis de Taksim Meydanı yönünden halkı süpürme harekatına yöneliyor.
Kadın-erkek, yaşlı-genç ayırımı yapılmaksızın herkesin üzerine tazyikli
sular püskürtülüyor, plastik mermiler atılıyor, coplar inip kalkıyor,
biber gazları sıkılıyor ve eylemciler, Gezi’yi terk etmeye zorlanıyor.
Orantısız polis şiddetine, orantısız zeka ile karşılık vermeye
çalışanlar arasında fenalaşanların sayısı o kadar çok ki, ambulanslar
yetersiz kalıyor. Parkın çimleri yarı baygın yatan ya da acılar içinde
kıvrananlarla doluyor.
Şiddet mağdurlarının feryatları gökyüzüne yükseliyor…
İşte o dakikalarda, değerli haberci Özlem Gürses arkadaşımla haber masasına oturup, canlı yayına geçiyoruz…
Büyük umutlar ve ideallerle çalıştığımız Artı Bir Televizyonu, 5
yıldızlı otel konforu içindeki plazalardan yayın yapan haber
kanallarının yanında bekçi kulübesi gibi kalıyordu. Üstelik günlerdir
doğru dürüst uyumuyor, bazen yemek yemeyi bile unutuyorduk. Teknik
olanaklarımız da yetersizdi. Örneğin Taksim’den kesintisiz ve net
görüntü alabilecek bir cihazımız bile yoktu. Ama Gezi Park’ında bu
acımasız şiddet sürüp giderken penguen belgeselleri ve yemek programları
yayınlamakta ısrar eden duyarsız plaza kanallarının asla
ulaşamayacakları bir özelliğe sahiptik.
Halkın gerçekleri
öğrenme hakkının dışındaki hiçbir güce hizmet etmemeye, evrensel meslek
ilkelerine sıkı sıkı bağlı kalarak olup bitenler hakkında toplumu
bilgilendirmeye yeminliydik. O nedenle onlara oranla çok güçlüydük.
Haftalardır gözünü kırpmadan ve beş kuruş almadan haber merkezini yöneten değerli kardeşim Mustafa
Hoş, o gün izinli olmasına karşın bu tarihi olaya tanıklık edebilmek
için Taksim’e giden başarılı muhabirimiz Gökmen Ulu ile irtibat
sağlayınca “Gökmen hemen Divan Oteli tarafına geçsin” dedim.ayınımız başladığında Taksim’deki “Süpürme Operasyonu” tüm hızıyla
devam ediyordu. Başbakan’ın talimatını bir an önce yerine getirmeye
çalışan polis, başından itibaren anayasa teminatı altındaki
demokratik haklarını kullanarak daha çok özgürlük için masum eylemler
yapan, asla şiddete yönelmeyen, hatta bir tek taş bile atmayan kitleyi,
Divan Oteli önüne doğru süpürüyordu!
Demokrasi
sevdalıları panik içinde dağılıyor, fenalaştığı için bırakın kaçmayı,
yürüyecek hali bile kalmayanlar ise, Divan Oteli’ne sığınıyordu.
Gezi Parkı kısa sürede boşaltılmış, şiddete hedef olma sırası Divan’a sığınanlara gelmişti!
Kapağı otele atanların çoğu lobideydi. Daha önce hiç karşılaşmayan
insanlar yürek yüreğe vermiş, birbirlerine yardımcı oluyordu. Kimi
ağlayanları sakinleştirmeye, kimiyse baygınlık geçirenleri kendine
getirmeye çalışıyordu.
Derken akıllara durgunluk veren görüntüler yaşanmaya başlandı.
TOMA’lar otelin kapısına tazyikli su püskürtüyor, içeriye biber gazı
bombaları atılıyordu. Üzerlerinde “Kapalı alanda asla kullanılmaz”
uyarısı bulunmasına rağmen, gaz fişekleri yağmur gibi yağıyordu. Lobiye
çöken gaz bulutu nedeniyle astım ve kalp hastalıkları olanlar adeta bir
mucizenin olmasını bekliyorlardı.
Mucize, gönüllü doktorların koşarak gelmeleriyle gerçekleşti.
Gönüllü doktorlar hemen durumu ağırlaşan hastaları, biber gazı
bombardımanından durulmaz hale gelen zemin katından, bir alt kata
taşıdılar. Gereken acil müdahaleyi yaptıktan sonra da hastanelere sevk
ettiler.
Divan Oteli artık bir hastaneden farksızdı. Ambulansların biri gidiyor, diğeri geliyordu.
Otelde konaklayan yabancı turistler şaşkın, endişeli ve çaresizdiler.
Bunu fark eden sığınmacı gençler, odaların kapılarını teker teker çalarak “Elimizde olmayan sebeplerle kendimizi burada bulduk. Rahatsız ettiysek çok özür dileriz” diyorlardı. Turistler de onlara şefkatle karşılık veriyor, su ve yiyeceklerini paylaşıyordu.
Güçlü kuvvetli olanlar ise lobide bekliyor, bazıları da polisler içeri
girmesin diye kapıları tutuyordu. Nitekim polis ekiplerinin yaptığı
hamleler kapı ardına yığılan turistler ve vatandaşların gayreti
sayesinde başarılı olamadı.
Bu arada üzerine acımasızca gaz
sıkılan dört yaşındaki bir çocuğun yürek yakan görüntüsü gecenin en
unutulmaz karelerinden biri olarak hafızalara yerleşiyordu.
Tüm suçları sadece demokratik haklarını barışçı bir eylemle kullanmak
olan şiddet mağdurlarına yardımda kararlı olan doktorlar, otelin yan
tarafındaki boş arsaya çadırdan bir sahra reviri kurmuşlardı. O güç
koşullarda yaralılara ilk müdahaleyi yapabilmek için çırpınıp
duruyorlardı. Onları şaşırtan vakalardan biri, TOMA ile ıslanmış
insanların ciltlerindeki ürkütücü durumdu. Çünkü bedenleri adeta haşlak
su dökülmüşçesine kabarıp kızarmıştı. Bazılarının cildi yanmıştı. Daha
sonra bunların TOMA’lardaki suya katılan ve içeriği hiçbir zaman
açıklanmayan bir kimyevi maddeden kaynaklandığı anlaşılacaktı.
Çevik Kuvvet, revire de gaz bombası yağdırınca bir kadın doktor çadırdan fırlayıp haykırmaya başladı: “Revirde
oksijen tüpleri var, burası havaya uçar, oraya gaz bombası atmayın!
Durumu ağır insanlara ilk müdahaleleri yapıp hastanelere sevk ediyoruz,
biber gazı onları öldürebilir, oraya gaz atmayın! Revirler savaş
alanında bile tarafsız bölgedir, dokunulmazdır, sizin yaptığınız savaşta
bile yapılmaz, lütfen oraya gaz atmayın!”
O sırada benzerine ancak soyut filmlerde rastlanabilecek bir sürpriz oldu.
Otel içindeki aydınlık yüzlü, iyi eğitimli sığınmacılardan biri,
lobideki piyanonun başına geçti. Piyanist tuşlara dokundukça saatlerdir
gergin ve acı dolu yüz ifadeleriyle bekleşenlerin dudaklarına buruk bir
gülümseme yayılıyordu.
Anlı şanlı plaza televizyonlarının derin suskunluğuna karşın Türkiye ekran başındaydı.
Sık sık televizyona çıkmaktan yorulan penguenlerin uyuyakaldığı, yemek
programlarında gecenin geç saatlerinde içilen çorba tariflerinin
verilmeye başlandığı saatlerde, Divan Oteli önünde yaşananları,
sadece Artı Bir TV Haber Merkezi canlı yayınlıyordu. Nefesler tutulmuş,
milyonlarca seyirci bizim ekrana kilitlenmişti. Zira yukarıda
okuduklarınızın tümü, başarının ve cesaretin zirvesine çıkan Gökmen
Ulu’nun anonsları, kameraman Volkan Kamber’in görüntüleriyle “Süpürme
Operasyonu”nun nasıl sonlanacağını merak eden insanlara ulaşıyordu.
Mustafa Hoş insanüstü bir gayretle haber ekiplerini ve yayın akışını
yönlendirmeyi sürdürüyor, seyircilerimizden hepimizi cesaretlendiren
mesajlar geliyordu.
Sabaha doğru Çevik Kuvvet polisleri yorgunluktan bitap düşmüş, çoğu bulundukları yere uzanıp kalmıştı.
Abluka sabaha kadar devam etti.
16 Haziran Pazar günü öğle
saatlerinde, müzakereci polis şefi otele girdi. Oradaki vatandaşlara
“Şimdi evlerinize giderseniz size dokunmayacağız, gözaltına almayacağız.
Çıkmazsanız içeri girip zor kullanmak suretiyle sizi alacağız” dedi. Bu
söz üzerine oteldekiler birer birer çıkarak evlerine gitti.
Gökmen Ulu, Divan Oteli personelinin o geceki davranışlarını anlatırken şunları söylüyordu:
“Hepsi kelimenin tam anlamıyla nitelikli personeldi. Yöneticisinden
resepsiyonistine kadar her biri iyi eğitimli, kültürlü, kibar
insanlardı. İyi kalpliydiler… Hem de çok iyi kalpli… Aynı biber
gazını onlar da soludular, uykusuz kaldılar, stres yaşadılar, aralarında
rahatsızlananlar da oldu, ama asla serzenişte bulunmadılar. En ufak nezaketsizlik yapmadıkları gibi, yüzlerindeki tebessümü hiç yitirmediler. Metanetlerini korudular. Vatandaşlarla ölçülü bir temas ve mesafe içinde olurken eylem ve siyasi konularda tek bir yorum yapmadılar. Otele sığınan insanlara ‘Tanrı Misafiri’ anlayışıyla ilgi, merhamet, şefkat ve saygıyla yaklaştılar.”
Ve beş yıldızlı bir otel olan Divan, değerli kardeşim Yılmaz
Özdil’in yayın sırasında bana gönderdiği SMS mesajında dediği gibi, o
geceden sonra ay yıldızlı otel oldu.
Sevgili okurlarım,
Bir kenara yazın. Bir imar talanı veya rant yağmasına kurban gitmediği takdirde Gezi Parkı’nın gelecekteki adı mutlaka Demokrasi ve Özgürlük Parkı olacak.
Divan ise, daha o gece demokrasi ve özgürlük mücadelesini simgeleyen bir anıt otel haline geldi.
Mustafa Vehbi Koç’un beklenmedik vefatından sonra oluşan ortak üzüntünün nedenine gelince…
Ülkenin en zengin insanlarından biri hayatını kaybediyor ve ardından, işçileri başta olmak üzere yığınlar ağlıyor.
Bir büyük zenginin vefatı sonrasında böylesine şaşırtıcı durum ilk kez yaşanıyor!
Çünkü
hırsızlıkları, vurgunları, yolsuzlukları, soygunları yapan
dokunulmazların yanında, üreterek, istihdam yaratarak, yatırım ve
ihracata yönelerek sağlanan, son kuruşuna kadar vergilendirildiği için
son kuruşuna kadar da hak edilen köklü kazançların sahipleri, yani
Mustafa Koç gibiler, artık halkın gözünde farklı bir yere sahip oluyor.
Hele bu zenginliklerin sahipleri görmemişlik teşhiri yerine eğitime,
kültüre, bilime ve sanata sahip çıkıyor, sosyal sorumluluk projelerini
gönülden üstleniyor, çevreyi koruyor, ayrıca herkesin adını telaffuz
etmeye bile çekindikleri süreçlerde çok şey borçlu oldukları
Cumhuriyet’e, onun kurucusu Atatürk’e ve devrimlerine sahip çıkıyor, bu
nedenle de inanılmaz saldırılara uğruyorlarsa, Bekir Coşkun ustanın
dediği gibi, o kişilere cennetin kapısının sonuna kadar açılacağına
inanılıyor.
( UGur Dündar )
( gozyasları ıcınde okudum ve unutmamak adına.. not kalsın bu blogda ıstedım )
10 yorum:
Son iki paragraf çerçevelik...
katılıyorum...
bu yazıyı herkesın okuması lazım
unutmamak lazım..
Yazmak isteyip de yazamadığım yazıydı, link veriyorum ve paylaşım için teşekkür ediyorum. Bir tanesin :)
Ben teşekkur edıyorum sevgılı asortıkkrep en ıcten sevgıler :)
O gün bir arkadaşımın doğum gününü kutlayacaktık Gezi'de. Bir arkadaşımla birlikte Kadıköy'den vapurla Beşiktaş'a oradan Taksim'e geçecektik. Arkadaşımla, saat daha erken olduğu için kahve içip öyle geçelim dedik, iskelede duran vapuru es geçip. Bir süre oturduktan sonra Gezi'de olduğunu bildiğim kuzenimi arayıp geldiğimde görüşelim diyecektim. Biz konuştuğumuz sırada kuzenim "Bi dakika, polisler kasklarını takmaya başladılar" dedi sonrasında hatlar gitti. Sonrası malum. Kuzenim de o gün Divan otele sığınanlar arasındaydı. Haber duyulduktan sonra Kadıköy'de toplanma ve yürüyüş başladı, vapur seferleri vs iptal. Kuzenimle olabildiğince irtibat halindeydik. Bir süre sonra alt katın da gazla dolduğunu orada da durmanın tehlikeli olduğunun söylenmesinden sonra yukarı katlara çıktıklarını anlatıyordu. Tonlarca ihtimale karşı tonlarca önlem düşünüyorduk; Acaba içeride ne kadar sivil polis var ve neden oradalar, Baro'nun numarası -yanında bir avukat arkadaşı varmış neyse ki-, ne olursa ne yapmak gerekir gibi onlarca ihtimale karşılık panik yaşanmaması için önlemler. O günü atlattıktan sonra insan, olmayan ama olabilecek ihtimaller üzerine daha çok kafa yormaya başlıyor. Ya otele sığınamasaydı ne olurdu, ya içeriye doktor giremeseydi de polis girebilseydi gibi.
Kendi adıma da, o vapuru es geçmeseydik tam olayların başladığı zamanda orada olacaktık, sonrası ihtimaller denizi.
Kuzenimin o gün olayların başlamasıyla ilgili söylediği tek şeyse "Hiçbir şey yoktu ortada, yaşlılar, çocuklar, aileler, gençler vardı, herkes kendi halinde takılıyordu." oldu.
canımsın
evet
"Hiçbir şey yoktu ortada, yaşlılar, çocuklar, aileler, gençler vardı, herkes kendi halinde takılıyordu."
boyleydı aynen boyleydı
benım de anılarım var o doneme aıt
belkı bı gun yzarım
Yazsan güzel olur =) Ne kadar çok insan yazarsa o kadar okuyasım geliyor, çünkü herkes farklı bir şeyi yaşıyor, farklı bir şeyi görüyor. Ferit Edgü'nün Yazmak Eylemi kitabındaki gibi, herkes farklı bir yerinden yakalıyor yaşananları.
O gunlere aıt yasadıklarımı
hazır oldugumda paylasıcam sana soz
O gün ve sonrası yaşananlar üzülerek gözümün önünden geçti.Umuyorum sebep olanlar belasını bulur (ama görelim).
cokkk uzgunum
Yorum Gönder